Toplumda şişmanlık ve kronik hastalıklar arttıkça çare arayanlar da artıyor. Bir taraftan ilaç endüstrisi yeni yeni ilaçlar icat etmeye çalışırken öte yandan beslenme uzmanları geliştirdikleri değişik beslenme programlarıyla insanlığa yeni ufuklar açmaya çalışıyorlar.
Her konuda olduğu gibi sağlık konusundaki çözümler de çoğu zaman tartışmalı. Birisinin ak dediğine bir diğeri pekâlâ kara diyebiliyor. Örneğin zayıflama veya sağlıklı yaşam diyetleri o kadar çeşitlilik gösterebiliyor ki! Bu sektör sosyal ve ekonomik getirisi büyük bir sektör ve bu sektörde var olmak isteyenler, var olmanın yolunun farklı olmak olduğunu biliyorlar.
Öte yandan son zamanlarda ön plana çıkarılan beslenme biçimlerini kategorik olarak reddeden yaklaşımlar da yok değil. Bunlardan biri “Taş devri diyeti” diye anılan beslenme şekli. Taş devri diyetinin ana fikri 5-10 bin yıl önce bittiği iddia edilen taş devrinden bu yana genlerimizde çok az değişiklik olmasına rağmen beslenme şeklimizin değişmesi sonucu insan sağlığının bozulduğu tezine dayanıyor.
Günümüzde binlerce yıl önceki yaşam ve beslenme şeklini devam ettiren ilkel kabilelerde kronik hastalıkların görülmemesine dayanan bazı araştırmacılar modern insan diyetinin de benzer tarzda oluşturulması gerektiğini iddia ediyorlar. Taş devri diyetinin değişik versiyonları olsa da burada yalnızca ana tema hakkında bilgi vereceğim.
Taş devri insanları tuz, şeker ve un kullanmıyordu. Yiyeceklerin çoğunu çiğ ve doğadaki şekline en yakın olarak tüketiyordu. Vejetaryenler kızmasın ama ön planda et tüketiliyordu. Et tüketirken beyaz, kırmızı ayırımı yoktu, fakat yemlenen değil otlayan hayvan eti kullanılıyordu.
Yağ tercihinde tereyağı ve zeytinyağı kadar kuyruk içyağı da kullanılıyordu. Meyve ve sebzeler tahmin edileceği gibi ya mevsimlik ya da kurutulmuş şekilde tüketiliyordu. Kış mevsiminde domates ya da salatalık tüketmenin mümkün olmadığını ya da muz gibi tropikal meyveleri dört mevsim bulmanın düşünülemeyeceğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
Kuruyemişler tabii ki serbest fakat tuzsuz ve çiğ şekilde. Yani yağda tuzla kavrulmuş fıstık yeme şansınız yok. Sebzeler ve yeşil yapraklılar ile soğan ve sarımsak tercihan çiğ şekilde ve bol miktarda tüketilebiliyor. Yumurta doğal yani köy yumurtası olmak kaydıyla serbest, süt ürünlerini ise ön planda mayalanmış (yoğurt, peynir veya kefir gibi) olarak kullanabiliyorsunuz.
Taş devri diyetinde insanlar kalori ihtiyacını ön planda protein ve yağlardan elde ederken karbonhidrat olarak da meyveleri ana kaynak görüyordu. Rafine undan yapılan ekmeği bol miktarda tüketmek terine tahıllar direk olarak kullanılıyordu.
Yerel kasaplarda et ve soğan yemeyi benim gibi seviyorsanız bu diyet tam size göre. Yalnız yüksek et ve yağ içeriğine bakarak bu tür bir diyeti uygulamak isteyenler için önemli bir ayrıntı var. Taş devrinde insanlar aydınlatma şansı olmadığı için gün aydınlığında uyumazlardı. Gece ise gün battıktan sonra hemen yatarlardı. Gece yarılarına kadar televizyon seyretme şansları yoktu. Yine taş devrinde otomobil, asansör ve bilgisayar da yoktu.
Taş devri diyetinde ayrıntılarla ilgili konuların hepsine katılmasam da ana fikrin insan sağlığını ve yaşam kalitesini düzeltmek adına yararlı unsurlar içerdiğini düşünüyorum.
Yaratılışın özelliklerini unutan insanoğlu şartları değiştirmeye çalıştıkça gereksiz yere stres yükünü arttırıyor ve depresyon, damar sertleşmesi ve kanser gibi hastalıkların artmasına neden oluyor.
Yaz sıcaklarında bulunduğumuz ortamın sıcaklığını ortalama 18 derece civarında tutmaya çalışıp, hem gereksiz yere enerji tüketiyor, hem de küresel ısınmaya ciddi bir şekilde katkıda bulunuyoruz. Yaz mevsiminde bu derecede soğuk ortamı tercih eden bizler kış gelince ise gece yatarken bile 23 derecenin altına hava sıcaklığını indirmiyoruz.
Oysa insan organizması yazın biraz terleyecek, kışın biraz üşüyecek ki metabolizması aktif olsun. Karda yürüyüp titredikten sonra sıcak sobanın kenarında ısınmanın, yazın sıcakta çalışıp terledikten sonra içilen bir bardak suyun keyfini alamayan insanın ne derece mutlu ve sağlıklı olabileceğini sorgulamamız lazım.
Doğada tepeler ve dipler vardır, bolluk dönemlerini kıtlıklar takip eder, yani her şey zıddıyla kaimdir. Bizler ise yaratılışımızdaki bu özelliği silmeye çalışarak her daim rahat olmaya çalışıyoruz. Uykusuzluğu tatmazsanız uykunun tadının anlayamazsınız. Açlık hissini yaşamayan insan tokluktan ne kadar lezzet alabilir ki?
Dikkat ederseniz Müslümanlık pratiği yani sünnete uygun yaşam hep benzer insan “rahatını(!)” bozucu ibadetlerle doludur. Ne kadar zengin olsanız da uzun, sıcak ramazan günleri bazen 16 saat su bile içemezsiniz. Teheccüd ve sabah namazı için uykunuzu bozmanız, sıcak yatağınızı terk etmeniz gereklidir. Hatta beş vakit yürüyerek cemaate gitmeniz önerilir.
Hele bir hac ibadeti var ki günümüzün ilerleyen teknolojisiyle bile çok zor. Hac farizası sırasındaki üç günlük dönem insanlara yokluk ve zorluğa sabrederek şükretmeyi öğretmek üzere tasarlanmış sanki. Ana fikir belli: dünyada rahat yok.
Çevrenizdeki 90 yaşını geçtiği halde bedenen ve aklen sağlıklı insanlarla konuşun, çoğu varlık değil yokluk içinde yaşamış, açlık dönemi tokluktan daha fazla süren, Allah resulünün sünnetine uygun yaşamış insanlardır. Çünkü insanoğlu şimdi aldığından çok daha az gıda ile yaşamayı sürdürebilecek şekilde yaratılmıştır. Aldığımız her fazla kalori uzun dönemde kronik hastalıklar olarak karşımıza çıkmaya adaydır. Tıp biliminin yıllar sonra vardığı nokta da aynıdır. “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır.”